Transatlantik: Türkiye'deki boykot çağrıları dünyada nasıl yorumlanıyor? Marine Le Pen'e siyaset yasağı, Trump'ın Körfez turu

02.04.2025 medyascope.tv

2 Nisan 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Transatlantik'te karşınızdayız. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile dünyayı ve Türkiye'yi konuşacağız.  Arkadaşlar merhaba.
Ömer Taşpınar- Gönül Tol: Merhaba.

Ruşen Çakır: Ömer, önce seni bir tebrik edeyim. Seninle çok dalga geçtim ama cumartesi günü Beşiktaş olarak maçı kazandınız. Sezar'ın hakkı Sezar'a diyorum. Seninle başlayalım. Sen şu anda Körfez’de Abu Dabi’desin. Bildiğim kadarıyla Amerikan Başkanı Donald Trump ilk yurt dışı gezini oraya yapacakmış, sen de önceden nabız yoklamaya gitmişsin diye rivayet var, doğru mu bilmiyorum. Trump niye Körfez’e gidiyor? İlk ziyareti neden Körfez? Körfez derken neyi kastediyoruz? Suudi Arabistan olacağı kesin de Katar da içinde mi? Tabii Birleşik Arap Emirlikleri de olacak. Mesele nedir?
Ömer Taşpınar: Ruşen, öncelikle tebriğini sevinçle kabul ediyorum ve bir daha bizimle dalga geçmemi diliyorum. Biz buraya Savunma Bakanlığı’ndan askerlerle öncü kuvvet olarak geldik. Tabii ki bu bir şaka. Şu anda ben Abu Dabi'deyim ve buradan da Suudi Arabistan'a geçiyoruz. Bizim okulda genelde albay öğrencilerimiz var, farklı bölgelere eğitim gezileri yapıyoruz. Aslında bir tesadüf oldu, Abu Dabi ile başlayan bu eğitim gezisi ve sonrasında Suudi Arabistan'a denk gelen ziyaretim sırasında, dün Oval Ofis’te Trump ilk resmi ziyaretinin Körfez’e olacağını, muhtemelen Suudi Arabistan'la başlayacağını söyledi. Arkasından da “Katar olabilir, Birleşik Arap Emirlikleri de olacak” dedi. İlginç olan, İsrail'den bahsetmedi. Hâlbuki böyle bir gezide İsrail'e gitmesi de beklenebilirdi. Fakat şunu altını çizmekte yarar var, bu, Trump açısından yeni bir durum değil. Trump birinci döneminde göreve geldiğinde, ilk resmi ziyaretini yine Suudi Arabistan'a yapmıştı. Normalde bu teamüle uymayan bir durum aslında, çünkü Amerikan başkanları seçildikten sonra genelde Kanada ve Meksika ağırlıklı dış geziler yapıyorlar. Ama tabii Trump'ın politikası Kanada'yı ilhak etmek, Meksika’yla da bir ticari savaş olduğu için, oralara gidecek diplomatik açılımları yok şu anda. Suudi Arabistan'la ise, aileden gelen, özellikle damadı Jared Corey Kushner’a bağlı olarak çok ciddi finansal ilişkileri var. Kushner’ın inşaat firması, bundan birkaç yıl önce Muhammed Bin Salman'ın kendi yatırım fonundan 2 milyar dolar yatırım almıştı. Muhammed Bin Salman Trump'ı ilk tebrik eden yabancı liderlerden bir tanesiydi. Daha önemlisi, Trump'ın da hemen geri döndüğü liderdi. Muhammed Bin Salman'la Trump arasında çok güçlü bir bağ var ve bu bağın önemli bir boyutu da tabii ki ticari ilişkiler. Trump iki aydan beri Suudi Arabistan'dan Amerika'ya gelecek paralardan bahsediyor. Bu paralar tabii ki silah satımı, ama aynı zamanda Amerikan borsasına ve Amerikan şirketlerine yatırımlar. Trump sürekli 600 milyar dolarlık bir paketten bahsediyor ama “Bunu yuvarlak bir rakamla 1 trilyon dolar yapmak istiyorum, aradaki 400 milyar doları da artırarak 1 trilyona yuvarlayalım” diyor. Bir trilyon dolar, neredeyse Türkiye'nin gayri safi milli hasılası kadar diye tahmin ediyorum. Bu birçok ülkenin normal ekonomisinden daha büyük bir rakam. Trump, birinci döneminde Suudi Arabistan'dan gelen 400 milyar dolarlık bir yatırıma imza atmıştı, bu sefer de öyle bir rakamla bu ziyareti taçlandırmak istiyor. Diyelim 500-600 milyar civarı bir rakam olsun, bu, Amerikan ekonomisi için bu çok önemli bir rakam. Bu tabii ki bir anda olmayacak, 4 yıla yayılacak.
Ama tabii büyük sorular var burada. F-35'leri alabilecek mi? Çünkü Çin'in Suudi Arabistan'a belirli yatırımları var ve F-35'leri alamadı. Başka nasıl yatırımlar yapabilir? Temelinde bu, ticari boyutu olacak bir ilişki, ama aynı zamanda petrol fiyatlarını da unutmamak lazım. Amerika'da enflasyon devam ediyor ve Trump'ın başka bir amacı da, başta Suudi Arabistan olmak üzere, OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını düşük tutmaları ve dolayısıyla üretimi arttırıyor olmaları. Bu da Suudi Arabistan'ın çok işine gelmiyor. Suudi Arabistan daha yüksek petrol fiyatları üzerine kurmak istiyor. Suudi Arabistan'ın “2030 Ekonomik Vizyonu” diye bir vizyonu var ve çok önemli. O vizyona göre ekonomisini petrole bağımlı olmaktan kurtarmak istiyor. Birleşik Arap Emirlikleri'nin yaklaşık 20-30 yıldan beri yaptığını, Suudi Arabistan şimdi şimdi yapmaya başlıyor. O nedenle petrol konusunda da muhtemelen bir konuşmaları olacak.
Üçüncü boyutu da şu. Trump bunu bunu birkaç hafta önce dile getirmişti, ‘’Suudi Arabistan'da Putin'le görüşebilir mi?’’ diye bir soru işareti var.  Trump Putin'le bir görüşme yapmak istiyor ama bu görüşmenin Avrupa'da olmayacağı belli. Rusya'yla son derece iyi ilişkileri olan, Ukrayna ve Rusya arasında arabuluculuk yapan Suudi Arabistan'ın, Putin ve Trump'ı misafir etmesi Muhammed Bin Salman açısından bir açıdan prestijli olsa da başka bir açıdan da Trump'ın ziyaretine gölge düşürebilir. Sanki Suudi Arabistan'ı ziyaret etmiyormuş da Putin'le görüşmeye geliyormuş gibi algılanabilir. O nedenle bugün benim konuştuğum Körfez ülkelerinden birkaç gazeteci Muhammed Bin Salman'ın bunu çok da istemeyeceğini söyledi. Ama Trump diretirse böyle bir şey de olabilir. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar'a da gitmek istiyor, onlar da Trump için ekonomik açıdan son derece önemli. Sonuç olarak Trump'ın ana gündemi ekonomi. Her ne kadar Çin dış politikada çok daha önemli bir stratejik öneme sahip olsa da, şu anda kendisini Ortadoğu'dan koparamamış, gerek ticari gerek askeri nedenlerle Ortadoğu endeksli çalışan bir Beyaz Saray var dış politikada.
Son olarak İran'dan bahsedeyim. İran'la ilgili tabii ki hesaplar var. İran'la ne olacağı belli değil. Trump Suudi Arabistan'da bunları da konuşmak isteyecek. Körfez'de, İran'la ilişkiler konusunda 2017'ye göre çok farklı bir iklim var şu anda. Ne Birleşik Arap Emirlikleri ne de Suudi Arabistan Amerika'nın İran'la ilişkilerini germesini istemiyor. Aslında İran'la Amerika arasında bir anlaşma istiyorlar. Hâlbuki, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Obama döneminde 2015'te imzalanan nükleer anlaşmaya çok karşı çıkmışlardı. Şimdi ise tam tersine, Trump’ın maksimum ekonomik baskı politikası yerine ‘’maksimum diyalog olması. Yani ‘’ masaya oturalım ve hatta arabuluculuk yapalım’’ diyen bir Suudi Arabistan var. Arabuluculuk yapma konusunda Suudi Arabistan ciddi gözüküyor. Zira İran'la Amerika arasında bir savaş çıkarsa ve Amerika'nın, İsrail'le beraber İran'ın nükleer merkezlerini bombalama durumu olursa, İran'ın balistik füzelerle bir misilleme yapacağı kesin. Bu misilleme muhtemelen Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan'daki Amerika'nın üslerine olabilir. Dolayısıyla Körfez’deki hava, İran'la diyalog olması. Özellikle de Suudi Arabistan'da bu değişik bir durum. Çünkü zaten Katar İran'la hep diyalog istiyordu, ama Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan Amerika'nın İran'la büyük bir anlaşma içine girmesini tercih ediyorlar. Bu da konuşulacak konulardan biri olur diye tahmin ediyorum.

Ruşen Çakır: Gönül, Ömer maşallah Körfez’i hatmetmiş, ama sana özellikle şunu sormak istiyorum. Ömer, İran bağlamında İsrail'e değindi ama bir de Filistin bağlamı var. Suudi Arabistan ya da Körfez ülkeleri, bir şekilde Filistin'i kendi kaderine bırakacak durumda değiller, birtakım pozisyonları da var. Yeniden şekillenecek Ortadoğu'da, Trump'ın kafasında, İsrail kadar olmasa da bu ülkelere de çok ciddi iş düşecek herhalde, öyle değil mi?
Gönül Tol: Evet Ruşen. Zaten Trump’ın ikinci başkanlık döneminde ilk resmi ziyaretini bu ülkelere yapması, bu ülkelerle iş birliğine ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Ömer çok güzel anlattı, bu ülkelerle ikili bazda ekonomik yatırım meselesi çok önemli, bu, Trump için öncelikli konumda. Fakat bunların ötesinde Ukrayna-Rusya meselesinde bu ülkelere ne kadar bel bağladığını gösteriyor, onu söylemek lazım. Evet, Trump'ın bu ülkelerle yatırım ve savunma ilişkisini güçlendirme refleksi var. Bu ülkeler açısından da savunma iş birliği çok önemli. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri, gelecek 10 yıl içerisinde Amerika'ya 1,4 trilyon dolarlık yatırım yapma planı içerisinde. Yapay zekâ, yarı iletken teknoloji gibi konularda mümkün olduğunca Amerikan teknolojisine daha fazla erişim sağlamak istiyor. Suudi Arabistan açısından ekstra bir önemi var bunun. Barışçıl nükleer teknolojiye erişim, Suudi Arabistan için çok uzun zamandır önem taşıyor. Hatta 2019 yılında bunlar görüşüldü, tartışıldı, Biden yönetiminde bir anlaşmaya varıldığı düşünüldü. Bunun içerisinde Filistin paketi de vardı. İsrail'le normalleşme, Filistin meselesinde atılması gereken adımlar ve nükleer iş birliği konuları vardı, fakat bu konu sekteye uğradı. Suudi Arabistan Amerika'dan nükleer teknoloji istiyor çünkü bu konuda çok hırslı bir planı var. Suudi Arabistan'ın 2030 yılına kadar 16 tane nükleer reaktör inşa etme planı var ve Amerika'yla da Biden yönetimi altında bu müzakereler aslında hız kazanmıştı, fakat sekteye uğradı. Suudi Arabistan, diğer savunma iş birliğini genişletmenin dışında, Trump'la yeniden bu müzakereleri canlandırmak istiyor.
Trump bu ülkelere baktığında ne görüyor? Bu bahsettiğim şeylerin ötesinde, Gazze’nin yeniden inşası konusunda bu ülkelerin yardımını istiyor. Fakat daha da önemlisi Suudi Arabistan ve İsrail arasında bir normalleşme istiyor. Bunu ciddi bir dış politika başarısı olarak, ara seçimlerden önce halkla paylaşmak istiyor. Filistin meselesi konusunda Suudi Arabistan'ın direttiği bazı şeyler var, ama Trump bunu çok önemsiyor. İkinci olarak, Suriye konusunda bugün bir haber gördüm ama bu henüz teyit edilmiş bir şey değil. Arap bir gazetecinin paylaştığı bir haberdi bu: Trump’ın, bu ziyareti sırasında Suriye ve Ahmet eş-Şara'yı da ziyaret edebileceği ve bu ziyaretin Muhammed Bin Salman arabuluculuğuyla olduğu söyleniyor. Dediğim gibi bu henüz teyit edilmiş bir haber değil, ama olursa da şaşırtıcı olmaz. Eğer bu haber doğru olursa, şunu da gösteriyor; Trump Suriye konusunda da Suudi Arabistan'a dönüyor ve Ukrayna-Rusya meselesinde de Suudi Arabistan'ın arabuluculuğuna inanıyor. Bütün bunlar şuna da işaret ediyor: Gerçekten Suudi Arabistan bir diplomatik aktör olarak yükseliyor. Türkiye'nin, Arap ayaklanmalarından önce bölgede o yıllar evvel çok övündüğü bir arabuluculuk rolü vardı ya, şimdi o rolü Suudi Arabistan'a kaptırdığını görüyoruz. Trump Suudi Arabistan'a baktığında, çok daha yakın çalışabileceği, sadece bölgedeki önemli dosyalar konusunda değil aynı zamanda pek çok uluslararası meselede de Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuna başvurabileceğini düşünüyor. O nedenle de Trump-Suudi Arabistan ittifakı çok kritik bir ittifak.

Ruşen Çakır: Ömer, gelelim senin esas uzmanlık alanın olan Fransa’ya. Fransa'da Marine Le Pen “Ulusal Cephe”nin adını değiştirdi değil mi, başka bir şey oldu.
Ömer Taşpınar: “Ulusal Birlik” (Rassemblement National) oldu.

Ruşen Çakır: Ben Fransızlar bana vize vermediği için artık Fransa’yı takip etmiyorum biliyorsun. Le Pen yolsuzluk suçlamasıyla bir siyasi yasak aldı ve yaptığı bir basın toplantısında da ‘’Erdoğan'ın en büyük rakibine böyle bir şeyler oldu, bunun için ne diyeceksiniz?’’ gibi bir şeyler söylemeye çalıştı. Kendisini İmamoğlu’yla kıyaslamaya çalıştı. Bu olayın aslı nedir? Yargının siyasallaşması her yerde vardır, ama Fransa gibi bir ülkede bir muhalefet partisi liderine siyasi yasak getirebilmek için çok kuvvetli bir yargı boyutu olsa gerek.
Ömer Taşpınar: Evet Ruşen, ben de yaklaşık üç günden beri bu konuyu takip ediyorum. Bu konuya girmeden evvel, Gönül, Trump’ın Suriye liderini de ziyaret edebileceğini söyledi. Bu, Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren bir şey. Benim duyduğum, Suudi Arabistan geçen sefer yaptığı gibi önemli birkaç Arap liderini Riyad'a çağırıp onları Trump'la görüştürebilir. Geçen sefer ilk ziyaretinde, hatırlarsan Sisi Riyad’a gelmişti ve Mısır lideriyle de Suudi Arabistan'da görüşmüştü. Bu sefer de böyle bir görüşme olursa, Trump'ın Şam'a gitmesi söz konusu olmaz. Ama Ahmet eş-Şara’nın Riyad'a gelip orada Trump'la kısa bir görüşme yapması mümkün olabilir. Bu ziyaret çerçevesinde mini bir Arap Birliği Zirvesi de düzenleyebilirler. O çerçevede, Suudi Arabistan dışında birkaç önemli Arap lideri daha Trump'la görüşebilir. Gönül’ün de üzerinde durduğu gibi, bu gene Muhammed Bin Salman'ın Arap dünyasının liderliği ve arabuluculuğu çerçevesinde ele alınacak bir şey.
Fransa'ya gelecek olursak: Bu, deprem gibi bir durum. Aslında bekleniyordu bu. Le Pen’le ilgili davanın 31 Mart'ta sonuçlanacağı biliniyordu ve ağır bir ceza gelebileceği konusunda belirli sinyaller geliyordu. Fakat beklenenden de ağır oldu ve Fransa siyasetini bir deprem gibi sarstı. Nasıl İmamoğlu'nun tutuklanması Türkiye'yi sarstıysa, bu da Fransa'yı haklı nedenlerle sarsıyor. Hukukun üstünlüğü gibi bir haklı nedenden, o meseleden değil. Zira İmamoğlu'yla şöyle bir benzerlik var: Marine Le Pen seçimleri kazanabilecek adaydı. Fransa'da bütün sondajlara göre, Macron'un fersah fersah önünde gittiği gibi, diğer bütün siyasi partilerinin liderlerinin de önünde gidiyordu. Fransız yargı sistemi, 5 yıllığına seçimleri kazanma ihtimali en yüksek lideri şu an da siyasetten men ediyor durumunda. Neden böyle bir durum oldu? Türkiye'deki izleyiciler de belki takip etmişlerdir, kısaca bir hatırlatalım. Zimmete para geçirme ve fonları kötüye kullanma gibi bir ceza söz konusu. Burada Avrupa Parlamentosundan gelen yaklaşık 3 milyon euroluk bir fon var. Bu fonlar normalde Avrupa Parlamentosu’ndaki Ulusal Birlik parlamenterleri için harcanmalı. Halbuki bu paralar partinin kendisi için ve Paris'teki harcamaları için harcanıyor. Aynı zamanda yaklaşık 500 bin euroluk bir rakam da Marine Le Pen’in kendi siyasi kampanyalarında kullandığı bir rakam olarak tespit edilmiş. Dolayısıyla zimmete para geçirme kısmı, o paraları alıp kendi mal varlığını arttırmaktan çok, parti için ama partinin kampanyası için harcıyor. Halbuki bu bütünüyle Avrupa Parlamentosu’ndaki parlamenterler için harcanması gereken bir fon.
Ben Fransa'daki radyo programlarını da dinledim. Çok güzel tartışmalar oluyor. ‘’Bu bir siyasi dava mıdır yoksa hukukun üstünlüğü müdür?’’ konusu konuşuluyor. Tabii ki Marine Le Pen cephesi ve ilginç bir şekilde, sağcı olmayan, merkezden ve soldan siyasetçiler de karara sıcak bakmıyorlar. Önemli bir yere gelmiş olan Jean-Luc Mélenchon, ulusalcı solcu Boyun Eğmeyen Fransa (La France insoumise) partisinin başı. Bu zat başka kişilerle beraber “Bu yasağı Parlamento’da delelim, kanunları değiştirelim. Sonuçta hukukun üstünlüğü dediğimiz şey, kanunlar ve yasalar üzerinden, gider, yasayı değiştirelim’’ diyor. Bu arada Fransa'da 2016'da bir yasa geçmiş ve bu yasaya göre bu tür cezalarda temyiz sürecine gitmektense, derhal etkili olabilecek şekilde siyasi ceza getiriliyor. Fransa'da yolsuzluk çok derin bir mesele olduğu için, 2016'da Parlamento bir karar almış ve temyize gidebiliyorlar. Şu anda Marine Le Pen temyize gidecek, ama temyizden 2 yıl içinde ancak sonuç alınabilir ve Fransa o dönem içinde de seçimlere doğru gidecek. O yüzden temyiz süreci zamanına yetişmeyebilir. Derhal alınan bir karar var. o ‘’derhal kararını kaldıralım ve ona rağmen yargılama süresince de siyasi hayatına devam edebilsin’’ konusunda Parlamentoda bir karara gitmeye çalışabilirler. Bu, alternatiflerden bir tanesi.
Fransa'da başka bir tartışma da, sonuçta bunun bir siyasi dava olup olmadığı konusu ve o mesele Türkiye'dekine çok benziyor. Türkiye'den bir nebze daha kaliteli bir tartışma yaşanıyor. Mesela iki gün önce bir radyo programı dinledim. Uzun uzun Jean-Jacques Rousseau’nun demokrasi anlayışıyla Montesquieu’nun demokrasi anlayışı arasında bir tartışma yaptılar, referans verdiler. Biliyorsun Montesquieu hep güçler ayrılığından, yargının sonuçta kesinlikle siyaset tarafından etkilenmemesi gerektiği tezinden, güçler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının, yargının, siyasetin üzerinde olması gerektiğinden bahsediyor. Jean-Jacques Rousseau’nun siyaset ve demokrasi anlayışı, siyaset teorisine getirdiği kavram ise toplumsal irade. Türkçe deyimiyle ‘’milli irade’’ denebilir. Yani her şey toplumun istediği bir şeyle değişmeli, toplumun istediği ve siyasetin istediği bir yere getirilmeli şeklinde. Fransız halkının bu konuda söyleyecek bir sözü olabilmeli deniyor ve gözler yargıca çevriliyor. Çok ilginç bir şekilde konu hukuk sisteminden çok, acaba bu yargıçların ideolojik bazı önyargıları olabilir mi tartışması yapılıyor. Türkiye'de hiç olmayan bir tartışma. Mesela. Türkiye'de hukuk sistemi bütünüyle siyasetin emrinde olarak görülüyor ve bu bir siyasi dava deniyor. Haklılık payı var. Ben de İmamoğlu konusunda o görüşteyim. Ama Fransa'daki siyaset tartışmasında “Acaba yargıç belirli açılardan Marine Le Pen’i faşist bir lider olarak görüyor olabilir mi ve kararı veren yargıcın, mahkemenin, acaba öncesinde sola sempatik gelebilecek, sol tandansı belirli kararları olmuş olabilir mi?” üzerinden bir yargıç tartışması yaşanıyor. Bu arada yargıca partiden ölüm tehditleri gelmiş, o konu da var. Fransa'da tansiyon yüksek nihayetinde.
Şöyle toparlayayım Ruşen: Bu, Fransa için zor bir eşik. Çünkü Fransa'da şu anda en güçlü parti Marine Le Pen’in partisi ve bu parti aslında zaten Fransa'daki müesses nizamı değiştirmek isteyen, revizyonist, aşırı sağ bir parti. Her ne kadar görüşlerini biraz Georgia Meloni’nin İtalya'da yaptığı gibi merkeze taşımış olsa da Avrupa Birliği'nden çıkmayı düşünmüyor. Fransa'daki hukuk sistemini de eleştiren bir parti. Zaten Fransa'nın elitlere ve Fransa'nın küreselleşmesine karşı bir milliyetçi reaksiyoner ve zaten mağduriyet üzerinden yürüyen bir parti. Dolayısıyla Marine Le Pen’in Trump'a benzeyen bir tarafı var. Anti küreselci, elitlere karşı ve popülist. Böyle bir karar aslında partinin tabanını kamçılıyor. Fransa’da şu anda bir endişe de partiye oy veren insanların, daha da büyük bir hızla kamçılanarak -Türkiye'de CHP tabanına benzer bir durum bu- mağduriyet söylemiyle daha da fazla sandığa gidecek olması ve Marine Le Pen’in bu mağduriyeti gidermek için kendi yerine genç bir aday bulması. Daha önce Parlamento seçimlerinde bunu Jordan Bardella’yla yapmıştı. Son derece genç, 30 yaşlarında karizmatik ve telejenik bir genç adayla ortaya çıkmıştı Le Pen. Onun başbakan adayı olması gerekiyordu. Marine Le Pen de kendini Cumhurbaşkanlığına saklıyordu. Gene öyle genç, karizmatik ve telejenik bir liderle çıkabilir ve belki normalden daha da yüksek bir oy da kazanma ihtimali olabilir. Zira böyle popülist partilerin mağduriyet söylemlerini ciddiye almak lazım. Hatta bu konuyla ilgili Gönül, Financial Times'da bir yazı da yazmıştı, böyle partileri sandıkta yenmek daha önemli, hatta sandıkta yenmek yargıda yenmekten daha önemli bence. O nedenle Fransa'da bu tartışma devam edecek.

Ruşen Çakır: Evet Gönül, seninle devam edelim. Fransa’yı konuşmak istemiyorsan doğrudan Türkiye'ye geçebiliriz. Çünkü çok ilginç haberler yağıyor. İngiliz rock grubu Muse, Türkiye’deki konserini iptal etti, biraz önce geldi haber. Kendileri bir açıklama yaptılar, o söz konusu organizasyon şirketinin dahil olmadığına emin olmaları halinde 2026’da geleceklerini söylediler. Robbie Williams'ın durumu henüz belli değil. Başkaları da var. Bu arada biliyorsunuz, Türkiye'de TRT'nin çok popüler bir dizisinde başrolde oynayan Aybüke Pusat boykota destek verdiği için diziden çıkarıldı. Şimdi bir haber gördüm, bunun üzerine diziden bir arkadaşı da ona destek için kendisi ayrılmış. Bugün Türkiye'nin gündemi tamamen boykottu. Sizin orada bunlar görülüyor mu, insanların umurunda mı, yoksa insanlar Türkiye'yi ‘’bu ülkeden bir şey olmaz’’ diye bir kenara mı attılar?
Gönül Tol: Ruşen, ondan önce Ömer'in söylediği Fransa mevzusuyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Ömer'in bahsettiği Financial Times yazısını ben geçen yıl, Amerikan seçimlerinden çok önce yazmıştım. Çünkü benim yazdığım dönemde, yani 2024'te, Trump'a dair davalar söz konusuydu. Bu Kongre baskını nedeniyle hakkında davalar açılmaya başlanmıştı ve benim Financial Times yazımda “Mahkemeler eliyle sizin siyasi rakibinizi bloke etmeye çalışmanız ters tepen bir durum” demiş ve Erdoğan örneğini vermiştim. Siyasi rakipleri mahkemeler eliyle elimine etmenin uzun vadede demokrasinin altına oyacak bir gelişme olduğu argümanını savunmuştum. Fakat şimdi bu Le Pen meselesinde -ki biliyorsun Marine Le Pen de kendisi hakkındaki siyasi yasağın yasal değil, siyasi bir karar olduğunu vurgulamak için Türkiye'yi örnek verdi, “Fransız demokratlara sesleniyorum, bana bunu yapıp içeride nasıl İmamoğlu'nu savunacaksınız?” dedi. Ömer Çelik de “Bakın biz İmamoğlu'nu içeri atmış olabiliriz ama Batılı demokrasiler de bunu yapıyor. Sonuçta yolsuzluğa karışmış. Biz de aynı sebeple bunu yaptık, bu siyasi bir karar değildir” dedi.
Ben şöyle düşünüyorum: Birincisi, bu ikisini böyle karşılaştırmak çok problemli bir durum. İki ülkenin uluslararası hukukun üstünlüğü endekslerine baktığınızda bambaşka yerlerdeler. Fransa bu endekslere göre, hukukun üstünlüğü listesinde dünyada en tepeden 22. sırada. Batılı ülkelerle kıyasladığımızda, yani liberal demokrasilerle kıyasladığımızda, bu  ülkeler arasında 30-31. sıraya denk geliyor. Türkiye ise uluslararası hukukun üstünlüğü endeksine göre 117. sırada. Türkiye’yi Orta Asya ve Doğu Avrupa ülkeleriyle kümelemişler ve 15 ülkelik bir listenin en dibinde,15. sırada. Dolayısıyla, hukukun üstünlüğünden bahsettiğinizde, Fransa'daki mahkemelerin aldığı yolsuzluk kararıyla, Türkiye'deki mahkemelerin aldığı yolsuzluk kararını eşitlemenizin imkânı yok. Kaldı ki Le Pen’e yöneltilen suçlamalara, bu suçlamaları destekleyecek kanıta baktığınızda, Fransa'daki mahkemelerin hukuku, hukukta yazılı kanunları uyguladığını görüyorsunuz.
Ömer'in bahsettiği, 2016’da geçen bir yasa var. Bu, meclisin çoğunluğu tarafından, benzer bir skandalın ardından geçirilmiş. O dönemde bir bakana vergi kaçırma suçlaması yöneltiliyor. Bunun ardından böyle bir yolsuzlukla mücadele için alınmış buluyor. Mahkemeler de bu kararı uyguluyor. Benim şahsi kanaatim, eğer hukuki süreçler gözetilerek meşru bir şekilde böyle bir kanun yapıldı ise ve o ülkenin bu endekslere göre hukukun üstünlüğü konusunda bir repütasyonu varsa, o zaman ü kanunlar uygulanacak, bunu sorgulamak doğru değil. Siz bir savcıysanız, bir karar verirken bunun siyasi sonuçlarını düşünmekle mükellef değilsiniz. Siz kanunda ne yazarsa onu uygulamak zorundasınız ve bence tam olarak yapılan şey de bu. Le Pen’e yöneltilen suçlamalar, ki uzun zamandır bu soruşturma var, 2004 ve 2016 arasında partisine ayrılan AB fonlarını zimmetine geçirmekle suçlanıyor. Dolayısıyla, bu bambaşka bir karar. İmamoğlu'na yöneltilen suçlamalara baktığınızda, gizli tanık var. Belge nerede, kanıt nerede? Bir kanun mu var Türkiye'de? Erdoğan'ın söylediği, Erdoğan'ın ağzından çıkan şey kanun. Yargının siyasallaştığı bir ülkeyle, bütün problemlerine rağmen, Fransa liberal demokrasisini ve oradaki hukukun üstünlüğünü karşılaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Boykota gelirsek, biraz önce beklediğim görüntü geldi. İçişleri Bakanı geç bile kaldı. Bir markette alışveriş yapıyor, onun videosunu paylaştı. Ama işin ilginç yanı markette çok çok az müşteri var. Biraz kalabalık olsa kimse boykota itibar etmiyor denebilir, ama market boş. Biliyorsunuz daha en başta, AK Parti milletvekilleri, AK Parti gençlik kolları, protesto edilen kahveci dükkanına gitti iftardan sonra. Ellerinde protesto edilen mağazadan aldıkları poşetlerle kahveci dükkanına girdiler. O poşetlerin içinde gerçekten kitap var mı bilmiyorum ama protesto edilen kahveciye gittiler. Bir bakan alışveriş yapıyor, başkaları da yapıyordur herhalde bilmiyorum, ama burası boykot gündemiyle gidiyor ve işin ilginç yanı iktidar çok köpürtüyor. Muhalefet zor duruma düşsün diye köpürtmüyor, yani aksiyoner değil, reaksiyoner bir tavırla yapıyor.
Gönül Tol: Ben bakanın markete gitmesini çok hayırlı buluyorum. Böylece insanların her gün yaşadıkları geçim mücadelesini, fiyatların ne kadar yüksek olduğunu, her şeyin pahalı olduğunu görmesi, kısacık da olsa buna ekspoze olması açısından önemli. Boykot konusunda senin ilk soruna döneyim, Batı bunu nasıl görüyor? Buradaki medya kurumları bununla ne kadar ilgileniyor diye taradım, Financial Times boykota uzun yer verdi ve bunu Sırbistan'daki protestolara bağladı. Ki ben Sırbistan'daki protestoları çok önemsiyorum. Bence CHP içinde de bu tartışılıyor. Bir anlamda onların uyguladıklarını model alma eğilimini görüyorum. Batı medyası protestolara geç de olsa yer vermeye başladı. Fakat boykota dair Batılı liderlerden anlamlı bir açıklama görmedim.
Dediğim gibi, Sırbistan konusunu önemsiyorum. Sırbistan'da geçen yılın kasım ayında bir tren istasyonunun çatısı çökmüştü ve onun sonucunda 15-16 kişi hayatını kaybetmişti. Hükümetin yolsuzluk ve ihmal iddialarını gündeme getirmek için, yine Türkiye'deki gibi üniversite öğrencilerinin başlattığı protestolar görmüştük ve bunlar ülke çapında geniş katılımlı gösterilere yol açmıştı. Bunun Türkiye’yle benzerliğine dikkat çekenler var. Sırbistan'daki de hem üniversite öğrencilerinin başlatması yönünden Türkiye’dekiler ile benzer hem de büyük ölçüde çok barışçıl, anma törenleri düzenleyen protestolar oldu. Mesela tam çatının çöktüğü saatte hayatını kaybedenleri anmak için trafiği engelliyorlar. Eğitim kurumları ve medya kuruluşlarına yönelik eylemler var. Hükümet yanlısı kanalların bu protestoları tıpkı Türkiye'deki gibi vermemesinin ardından, Sırbistan'daki öğrenciler bu medya kuruluşlarına karşı çeşitli protesto eylemleri de gerçekleştirdiler ve bu sonuç verdi. Bunun içerisinde boykot da var onu da söyleyeyim. Türkiye’de üniversite öğrencileri 2 Nisan’ı boykot günü ilan ettiler, Sırbistan'da da benzer bir yöntem uygulandı ve bu protestolar kısmen sonuç verdi. Önemli gelişmeler oldu. Mesela Sırbistan Başbakanı üç ay süren protestoların ardından istifaya zorlandı ve aynı zamanda da bu tren istasyonunun olduğu Novi Sad Belediye Başkanı da istifaya zorlandı ve kamuoyunun %80 gibi bir kısmının bu protestoları desteklediği anlaşıldı. Fakat protestocuların diğer çok önemli talepleri henüz yerine getirilmiş değil ve bu nedenle de protestolar devam ediyor.
Batı medyası da Türkiye'deki protestoları bu çerçevede ele alıyor. Çünkü çok ciddi benzerlikler var. ‘’Bu protestolar ve boykot eylemi sonuç verir mi?’’ sorusuna yanıt vermek için Sırbistan örneği veriliyor. O nedenle önemli ve altı çizilen konu. Birincisi, protestoların başarıya ulaşması için mümkün olduğunca barışçıl olması çok önemli. İkincisi, boykot hakikaten etkili bir demokratik araç olabilir. Özellikle Türkiye gibi demokratik alanın son derece daraldığı ülkelerde, boykot önemli bir araçtır. Fakat boykot tek başına sistemik değişimi getirmez, bunun farklı araçlarla desteklenmesi gereklidir. ‘’Seçim çağrısı ve çok net talepler gibi farklı baskı unsurlarını aylarca hükümet üzerinde tutarak sonuç getirebilir’’ argümanı yapılıyor ve ben bu argümanı çok önemsiyorum.  CHP'nin ve Özgür Özel'in İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından izlediği stratejiye baktığımda, Sırbistan’la gerçekten benzerlikler de görüyorum. Burada en önemli şey, boykotla ve çeşitli araçlarla birleştirilen bu baskının devam ettirilmesi durumunda, belli konularda geri adım attırılır. O vesileyle de şöyle bir reklam yapayım: Benim Rethinking Democracy diye bir podcastim var. Son bölümünde iki çok değer verdiğim akademisyeni konuk ettim. Bu protestolardan bahsettik. Protestolar ne şekilde başlayıp ne yöne evrileceğini tartıştık, onu da takip edebilirler.

Ruşen Çakır: Ömer sen ne dersin boykotla ilgili? Abu Dabi’de Türk olduğunu öğrenenler sana boykotu soruyor mu?
Ömer Taşpınar: Daha iki gün önce geldim, sorana rastlamadım Ruşen. Pek buranın gündeminde değil. Yalnız senin soruyu sorarken formüle edişinde zaten önemli bir ipucu vardı. Bu boykot meselesini hükümetin ciddiye alması, CHP tabanının ve İmamoğlu'na destek vermek isteyenlerin de ciddiye almasına neden oldu Hükümet buna bu kadar ciddi tepki gösterince, hatta bu boykotu yayma meselesini kriminalize etmeye çalışınca, bu iyicene direnişin bir sembolü haline gelebilir.  Bana göre AK Parti burada bir stratejik hata yapıyor. Bu stratejik hata nedeniyle de bir bedel ödeyebilirler. Zaten yerleşmiş bir kanı var, AK Parti'nin bir mekanizması, bir rant sistemi, bir para sistemi var. ‘’Bunların anlayacağı dil paradır’’ tezini daha da ciddi bir şekilde gündeme getiriyor. Zira halkın elinde direniş için yapabileceği çok fazla bir şey yok. Sokağa çıkabilir, ki sokağa çıktığında halk ve gençler gaz yiyorlar. Böyle bir sivil direniş gösterebilir. Bu bence çok önemli bir sivil direniş boyutu. Ben hükümetin yerinde olsam, çok önemli değilmiş gibi, büyümesin diye bunu bir şekilde geçiştirmeye çalışırdım. AK Parti tam tersini yaptı ve hükümet. Ben kendi ailemden örnek vereyim, normalde çok politize olmamalarına rağmen hepsi bunu ciddiye alıp “Bugün para harcamıyoruz” diyorlar. Bunun daha geniş tabana doğru gitme potansiyeli var. Burada da AK Parti'nin yaptığı stratejik hatalar var.

Ruşen Çakır: Bitirmeden, bugün Tülin Daloğlu YouTube'da yaptığı yayında yanılmıyorsam, Erdoğan'ın beklenen Washington gezisinin ertelendiğini söylemiş. Biz o konuda ne zaman gider, ne olur, ne konuşuluyor diye en son geçen hafta konuşmuştuk. Herhangi bir şey duydunuz mu?
Gönül Tol: Hayır ama mayıs ortası olabilir. Bildiğim kadarıyla mayıs ortası gelmesi planlanıyordu. Ama mayıs ortasında Trump Körfez’e gidecek, nedenle haziran ayına sarkabilir. Bence o çok dramatik bir gelişme değil.

Ruşen Çakır: Bir de son olarak yine başka bir şey sorayım. Türkiye Gümrük vergilerinden etkilenmeyecek mi? Gönenç Gürkaynak Washington DC’deymiş. Ömer bak siyaset boşluk kaldırmıyor, sen gittin ve hemen Türkiye'den gitmiş. Onun bir paylaşımını gördüm, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği nedeniyle birtakım yükümlülükleri olduğu için, bunlardan kaçması kolay olmayacak diye bir not düşmüş. Siz konuyu benden daha iyi biliyorsunuz. Bu gerçekten Türkiye'yi de etkileyecek bir şey mi?
Ömer Taşpınar: Serbest Ticaret Anlaşmalarının dışında Gümrük Birliği denen anlaşmalar, eğer bir gümrük vergisi getirirse, Gümrük Birliği içindeki bütün ülkeler bunu uygulamak zorunda. Dolayısıyla Avrupa Birliği, belirli Amerikan ürünlerine gümrük vergileri getirdiğinde, benim bildiğim kadarıyla Türkiye Gümrük Birliği içinde olduğu için, otomatik olarak bunlara katılmak zorunda kalabilir. Ama belirli konularda, mesela bazı tarım ürünlerinde Gümrük Birliği muafiyeti taşıyor. Detaylara bakmak lazım.

Ruşen Çakır: O zaman onu haftaya konuşalım. Sizlerin de işleri var biliyorum. Çok sağ olun, çok güzel bir yayın oldu. Ömer sen orada fazla kalma bence. Evet yayını burada noktalıyoruz. Gönül Tol’a, Ömer Taşpınar’a ve tabii ki izleyicilerimize çok teşekkürler. Medyascope’a YouTube Katıl ve Patreon’dan destek olursanız çok mutlu oluruz. Hepinize iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
13.04.2025 19 Mart Erdoğan’ın en büyük siyasi hatası olabilir: İşte hiç beklemediği on sonuç
06.04.2025 Erdoğan’ın CHP ile ilgili hiçbir hesabı tutmadı
04.04.2025 Haftaya Bakış (261): Boykot iktidarı neden korkutuyor? Bahçeli'nin dönüşü & CHP'nin olağanüstü kurultayı
04.04.2025 Siyasi iktidarın boykot paniği biteceğe benzemiyor
03.04.2025 Erdoğan gaza mı basacak, frene mi?
02.04.2025 Transatlantik: Türkiye'deki boykot çağrıları dünyada nasıl yorumlanıyor? Marine Le Pen'e siyaset yasağı, Trump'ın Körfez turu
02.04.2025 İnsanları zorla boykotçu yapıyorlar
01.04.2025 “Vicdanları kanayan AK Partililer”: Kim bunlar?
31.03.2025 Korku eşiği ne zaman ve nasıl aşıldı?
31.03.2025 Devlet Bahçeli çözüm sürecini, MHP’yi ve devleti kurtarmaya çalışıyor
13.04.2025 19 Mart Erdoğan’ın en büyük siyasi hatası olabilir: İşte hiç beklemediği on sonuç
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı